Türkiye’nin gündeminin, anayasanın bazı maddelerinin tadili ve değişikliğini içeren ve Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişi öngören referandum süreci ile bağlı olduğu şu günlerde hatırlamamız gereken en önemli konuların başında kuşkusuz ki adalet, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü gelmektedir.
Aristo, “Adalet ilkin devletten gelmelidir. Çünkü hukuk, devletin toplumsal düzenidir” der. Devletin varlığını sürdürebilmesi için hukuka, adalete işaret eder.
Türk Milleti tarihi boyunca hep hukukun üstünlüğü sistemi içinde yükselmiş, “adalet”i mülkün temeli olarak görmüş ve devlet sisteminin ebed-müddet olması için de bu ilkeyi vazgeçilmez kabul etmiştir.
Kanun-ı Esasi olarak bildiğimiz ilk anayasamızın tarihi 1876 olsa da, mülkün yani devletin temelini adalet olarak tayin ve tesbit edişimizin kökleri çok eskidir. Düşünün ki, en kudretli padişanlarından birinin sıfatı Kanuni olan bir devletin varisleriyiz…
Bilindiği üzere, anayasa bir devletin hangi esaslara göre yönetileceğini belirleyen ve mutlak bir şekilde de uyulması gereken hukuk metnidir. Bir başka ifadeyle de anayasa, devletin yönetiliş biçiminin esaslarıdır. İlk Anayasa’dan itibaren Türkiye gerek anayasa tadili gerek yeni anayasa yapımı konusunda bir hayli deneyim yaşamıştır. Her yaşadığı deneyimin farklı sebepleri ve şartları vardır. Bunları da kendi bağlamı içinde ele almadıkça konunun açığa çıkması, anlaşılması mümkün olmaz; ancak bu kadar çok değişikliğin olması şunu göstermektedir ki, anayasalar değişmeleri zor metinler olmakla birlikte asla değişmez metinler değildirler.
Anayasaların tadilinde de gerekirse tümden değişiminde de şartlara ve ihtiyaçlara bakmak gerekmektedir. Anayasanın diğer yasalardan tek ve en önemli farkı vatandaşları dolaylı olarak etkilemesidir. Anayasanın birincil muhatapları yönetilenler, yani vatandaşlar değil; devleti yönetenler, yani siyasiler, devlet memurları, kamu görevlileri ve bürokratlardır. Onların hak ve görevlerini yerine getiriş biçimleri de dolaylı olarak halkı ve vatandaşları etkiler. Böyle olunca da bu metnin üzerindeki her türlü değişim ve tasarruf üzerinde elbette ki çok ciddi bir şekilde durulması, tartışılması ve toplumun bütününün görüş ve düşüncelerinin önemsenmesi ve büyük bir uzlaşma alanının tesisi gerekmektedir. Nitekim yasama organları umumiyetle anayasa hükümleri ile diğer yasa hükümlerinin kabulü noktasında farklı sayısal çoğunluklara ulaşmak zorundadırlar. Yasa yapmak veya değiştirmek veya kaldırmak için gerekli olan çoğunluk, anayasa metinleri için yeterli olmamaktadır.
Hukuk devletinin varlığından söz edebilmek için genel şart olarak devletin hukuka bağlılığı, yani yasama, yargı ve yürütme organlarının hukuka bağlılığı, özel şart olarak da idarenin hukuka bağlılığı yani idarenin denetlenebilirliği, eylem ve işlemlerinin önceden bilinebilir olması ve mali sorumluluğu gibi hususlar çok elzemdir. Bir devleti korumak ve yaşatmak için hukuk temelinde inşa edilmesi ve devam ettirilmesi lazımdır.
Hukukun üstünlüğü ise, devleti temsil eden kişi ve kurumların hukukun temeli olan “bireyin mal ve canını koruma” haricinde keyfice kurallar koyup, kanun yapıp bunları uygulamaya çalışmasının engellenmesi için ortaya konmuş bir prensiptir. Kısaca hukukun üstünlüğünün olduğu bir ülkede devlet, temel kişi haklarını korumak zorundadır ve asla keyfi kurallar, uygulamalar ve yasaklar getiremez. Devlet bireylerin mal ve canlarını korurken yani adaleti tesis ederken göz önünde bulundurması gereken en önemli meseleler, uygulamalarda eşitlik, caydırıcılık ve mağdurların vicdani açısından tatminidir. Hukukun üstünlüğü sistemi ile kanun devleti anlayışını da hiçbir zaman karıştırmamak lazımdır.
Hukukun üstünlüğü içinde toplum, devletin vesayetinde değildir; özgürdür, çoğulcu ve katılımcıdır, millet egemenliğin hem sahibi hem de tek kullanıcısıdır, egemenliğin “aidiyet” ve “kullanım” olarak ikiye ayrılması söz konusu değildir.
Hukukun üstünlüğü dediğimizde devlet, meşruiyetini ve yetkilerini tüm kurumlarıyla topluma hizmet ettiği sürece kazanır ve elinde tutar, diğer bir ifade ile medeni ve müreffeh bir topluluk tek amaç olup devlet bu amaca ulaştıran bir araçtır. Toplum medeni ve özgür olduğundan yönlendirilmesi ve kendi adına kararlar almaktan feragat ettirilmesi imkânsızdır, zira olaylar ve kavramlar toplum tarafından “devlet aklıyla” değil “ortak akıl” kullanılarak değerlendirilmektedir. Keza, devlete amaç için araç olarak yaklaşıldığından bu organizasyon üzerinde çok güçlü bir kamuoyu baskısı söz konusudur, dolayısıyla devletin hukuku kullanarak toplum üzerinde vesayet kurma imkânı daha teşebbüs aşamasında imkânsız denilecek kadar azdır.
Toplumların, ortak akıldan uzaklaşıp, yaşadıkları çağı ıskalamaları, farketmemeleri ve “eski” olanda ısrarla direnmeleri tereddi dediğimiz geri gidişin en önemli sebeplerindendir.
Bilimde, sanatta, teknolojide, ticari ve sosyal hayatta bu direncin adı “gericilik” olarak da ifade edilebilir. Bu bakımdan, tıpkı bu alanlarda olduğu gibi, bu alanların ve hattızatında toplumun önünü açmanın en önemli amillerinden olan hukuk devletinin ve hukukun üstünlüğünün temini bakımından hukuki kodifikasyonda yani kanun yapma yollarında direnmenin, tıkamanın ve tıkanmanın da bir gericilik olduğunu ifade etmek hiç de yanlış değildir.
Yasalar yürürlükte oldukları zaman elbette ki, değerli, önemli ve uyulması zorunlu olan metinlerdir. Bu metinlerin yürürlükte oldukları zaman içerisinde de yetersiz, gereksiz ve geçersiz hale geldikleri durumlar olabilir. Hatta bazan öyle gelişmeler olur ki, yapılan bir hukuki düzenleme, çıkarılan bir kanun ve hatta bir anayasa maddesi çok kısa süre içinde gerek uygulama ile görülen sebeplerle, gerekse yaşanan gelişmelerle yeniden gözden geçirilme, düzenlenme veya kaldırılma durumlarıyla karşı karşıya kalabilir.
Burada mühim olan husus, sistemin hiçbir tıkanıklığına izin vermeden, gerici bir yapının, engelleyici bir unsurun izale edilebilmesidir.
Bu görev yasama yönüyle Parlamentolara aittir. Parlamentolar, yasa yapma rol ve fonksiyonu ile bireyin, toplumun ve devletin teminatıdır. Bu teminat geleceği şekillendirme, insanların refah ve mutluluğuna katkı olarak tezahür eder.
Parlamentolar yasama faaliyeti gösterirlerken yasaların uygulanabilirliği, ihtiyacı karşılayabilirliği, toplumu kucaklaması, insan hak ve özgürlüklerini sınırlamaması ve daha iyi bir gelecek amacı gütmesi gibi hususları gözetirler.
Uygulanma kabiliyeti olmayan, ihtiyacı karşılamayan, temel hak ve özgürleri dikkate almayan, toplumun genelini gözetmeyen, huzur ve refahı kollamayan, amacına hizmetten yoksun olarak yapılan kanunlaştırma faaliyetleri elbette ki hukukun üstünlüğünü temin etmez ve devletin temelini sarsar.
Bu bakımdan “Yok kanun, yap kanun” mantığından ziyade, gözetmemiz gereken temel prensip, yapılan kanunların işte yukarıda sıraladığımız esaslar dahilinde işe yarayıp yaramayacağına odaklanmak olmalıdır.
Her kanun konusu ne olursa olsun, öncelikle insanı gözetmek, toplumu ve topluma hizmet eden bir araç olarak devleti yaşatmak, sistemi iyileştirmek gibi bir muhtevaya sahip olmalıdır.
Kanunlar, insanlara prangalar vurmak, hak ve özgürlük alanlarını daraltmak ve ülkelerin daha iyiye gitmelerine, huzur ve refahı bulmalarına mani olmak üzere yazılamazlar. Şayet bu türden bir anlayış varsa o toplumun kanun yapıcılarının üzerinde bir başka güç vardır. Kölelik, dominyonluk, sömürgecilik zihniyetlerinin izdüşümleri devam ediyor demektir.
Kanunlar önünde eşitlik de kanunların genelliği de açıklığı da elbette ki asla vazgeçemeyeceğimiz ve ödün vermeyeceğimiz haklarımızdır. Kanunların yapılış süreçlerinde bu konuların dikkate alınması, kamunun yararına olacak şekilde bir yaklaşımın kanunun ruhuna sinmiş olması toplumun geleceği açısından tek teminattır.
Anayasa metinlerinin oluşturulmasında 1789 Fransiz İhtilali ile birlikte genel bir felsefe benimsenmiş, bu felsefe siyaset felsefesinin de ilkeleri haline gelmiştir. Buna göre, bireysel özgürlükler, vatandaşların eşitliği, kuvvetler ayrılığı, inançlara ve vicdanlara saygı gibi hususlar anayasalarla teminat altına alınmalıdır. Yine anayasalar devletin kesintisizliği ve kamu hizmetlerinin sürekliliği ilkelerinin teminatı olmalıdır.Anayasalar, genel çıkara saygı ilkesini ihtiva etmelidir.
Devlet ve hukuk ilişkisini, hukukun üstünlüğünden ne anlamak lazım geldiğini ve hukuki metinler içinde anayasanın yerini bu şekilde kısaca ele aldıktan sonra sanırım şu şekilde bir soru ve cevap ile devam etmek yerinde olacaktır: Türkiye bir anayasa değişikliği referandumuna doğru giderken, tartışmaları bir rejim değişikliği olarak mı görmek lazım, sistem düzenlemesi olarak mi ele almak lazım?
Bu konu gerçekten önem arzetmektedir. Maalesef teknik ve hukuki boyutlarıyla ele alınıp, toplumu ilgilendiren yönleriyle tartışılması gereken bir konu, öneminden, bağlamından ve amacından koparılıp farklı bir atmosfer içinde tartışılmaktadır.
Bir askeri darbe sonucu kaleme alınan, hak ve özgürlükler konusunda yarattığı daraltıcı anlayışla sürekli ve her kesimce eleştirilen, pek çok maddesi üzerinde defalarca değişikliğe gidilen, devleti toplumun üzerinde, araç olmaktan ziyade büyük bir hegemonik güç olarak tutan mevcut anayasanın ilk dört maddesi mahfuz tutularak yeniden yazılması tüm kesimlerce dile getirilirken (ilk dört madde ile ilgili kayıt MHP’ye aittir, diğer partilerce bu da değiştirilebilir olarak zaman zaman ele alınmıştır) şimdi, ne olmuştur da 18 maddelik pakete gelince bu anayasa birden bire kutsal metne dönüşmüştür?
İşte esas anlatılması gereken, ama anlaşılması da güç olan husus budur. Daha önce de zikrettik, anayasalar kolay değiştirilemeyen, değiştirilmesi veya yeni hükümler ilavesi, kaldırılması konusunda özel hükümler bulunan metinlerdir; mamafih değiştirilmesine ilişkin gereklilikler ve koşullar oluştuğu andan itibaren gösterilecek her türlü direncin topluma hiçbir katkısının olmayacağı aksine zarar getireceği bilinmelidir.
Parlamento bir metin oluşturmuş, yeterli çoğunluk içinde kabul etmiş ve değişiklik milletin onayına sunulmaktadır. Kaldı ki, Parlamento’nun bizatihi kendisi millet egemenliğinin tecelligahıdır. Genel Kurul salonunda en görülecek şekilde bir cümle bulunmaktadır: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”, bu cümle öylesine sarfedilmiş, alelusul söylenmiş bir cümle değildir, bir gerçeğin ifadesidir. Bu yapı içinde millet adına bu değişikliğin uygun olduğu kararına varılmıştır; yine Anayasa ile getirilen hüküm mucibince referanduma gidilmektedir. Değişikliklerin uygun olup olmadığına bu kez doğrudan demokrasi yoluyla milletin çoğunluğu ile karar verilecektir. Anayasa değişikliğini ihtiva eden metinler parlamento kararı ile kanunlaştıkları andan itibaren Anayasaya uygunluk yönüyle Anayasa Mahkemesi’nce denetlenmektedir. Zira Anayasa maddeleri de kanunla konulmaktadır ve kanunlar Anayasa’ya aykırı olamazlar. Hal böyle olunca yapılmakta olan değişikliğe ilişkin olarak görülmesi, gözetilmesi gereken hususların başında Anayasaya aykırılık yönüyle Anayasa Mahkemesi denetim yolunun açıklığı vardır.(Ana Muhalefet Partisi CHP tarafından sonuçta bu maddeler Anayasa Mahkemesi’ne taşınacağı açıklanmıştır) bundan daha önemlisi aziz milletimizin referandum yolu ile reyine, kanaatine müracaat vardır, taraf olanlar da karşı olanlar da kısaca herkes sahaya inecek, olumlu ve olumsuz gördükleri hususları milletle paylaşacak ve sonuç istihsal olunacaktır.
Tüm bu konular bu kadar açık olduğu halde tartışmaları çok sığ bir noktaya indirgeyip, Türkiye’nin 1876’da Kanun-ı Esasi ile çıktığı Anayasal yolculuğu, 1923’te Cumhuriyetin ilanı ile tartışılmaz bir şekilde sonlandırdığı rejim sorununu sorgulamak çok makul ve doğru bir yol değildir. Türkiye 1876’dan beri öyle veya böyle hep ileri gitmiş ve hukuk sistemini güçlendirmiştir, güçlenen sistem toplumu ileri taşımış ve devleti de yerli yerine getirmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, anayasasında tarifini bulmuştur. Kimsenin anayasa ile çerçevesi belirlenmiş olan bu devletten vazgeçmesi de geri gitmesi de mümkün değildir. Devletin yaşaması, güçlü olması, huzur ve refahı temin etmesi için kabiliyetlerinin de, sürdürülebilirliğinin de temin edilmesi gerekmektedir.
Metinlere kutsiyet atfederek, dünyadaki gelişmelere ve değişmelere direnmek akıl kârı iş değildir. Bu metinler değişir. Metinlerler birlikte anlayış ve zihniyetler de değişir. Mühim olan değişikliklerle birlikte toplumun dinamizminin korunması, iç ve dış olumsuz etkenlere karşı mücadele gücünün, dayanıklılığının artırılmasıdır.
Hukuk devleti vurgusu yapıyorsak, hukukun üstünlüğünü hedefliyorsak tartışmaları da buna göre temellendirmeliyiz.
Bu bağlamda düşünme ve analiz kolaylığı için burada yenidenen kapsamlı tanımı ile hukuk devleti nedir sorusuna bir kez cevap vererek yazıyı nihayete erdireceğim.
“Varlığının nedenini insanların huzur ve mutluluğunu sağlamakta bulan, amacı insan hak ve hürriyetleri güvence altına almak ve bunları geliştirmek olan, yönetilenlerin haklarını aramalarının önündeki tüm kısıtlamaları kaldıran, demokratik, eşit ve adaletli bir düzen içerisinde otoriteyi insanların özgürlüğü lehine sınırlandıran, hukukla ve hukukun genel ilkeleriyle bağlı olan devlet” olarak tanımlayabileceğimiz hukuk devleti, esas olarak devletin yetkilerini hukuk içinde kullanır, her şart ve durumda insan haklarına saygılıdır.
Hukuk devleti kişilerin güvenlik gereksinimlerine somut olarak, getirdiği hukuk ilke ve kurumlarıyla karşılık gelir. Şimdi, herkesin tartışmanın neresinde durduğunu yeniden gözden geçirmesinin tam zamanıdır. Tarihi durduramayız. Ya gerisinde kalırız, inkıraza uğrarız, yok oluruz ya da tarih içinde var oluruz, sonsuza kadar yaşarız. Devlet ebed-müddet budur, sonsuza kadar yaşamak zorundayız.